30 Nisan 2010

Kim Korkar Hain Kurttan? “Çocuklarda korkunun gelişimi”

Korku, bir tehlike ya da tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü olarak tanımlanır. Bu duyguyu yaşamaktan hoşlanmasak da hayatımızı sağlıklı şekilde devam ettirebilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz duyguların başında gelir. Her ne kadar hoşlanmasak da yaşamımızı sağlıklı biçimde sürdürmek için gereksindiğimiz duyguların başında gelir korku. Korku, bedenimiz için bir sinyal görevi görür. Kendisini tehlikeli bir durumdan uzaklaştırabilecek ya da savunabilecek şekilde çalışmaya başlar. Hızlı hareket edebilmek için kalp daha fazla kan pompalar, oksijen ihtiyacı arttığı için solunum sistemi daha hızlı çalışır. Buna bağlı olarak vücut ısısı yükselir. İnsan kendini gergin ve tetikte hisseder. Bu sinyal bizim için çok önemlidir ancak her zaman ‘gerçekten’ bir tehlike olduğu anlamına gelmez. Ayrıca ortada görünür bir tehlike olsa bile, harekete geçmeye hazır olan bedeni kontrol edebilmek için sakin olmak ve o sırada korkuyla başa çıkabilmeyi öğrenmek gerekir. Bu öğrenme ise insan doğduğu anda başlar. Her konuda olduğu gibi bu konuda da ilk yol göstericiler ailelerdir.

Çocuklarda korku duygusunun gelişimi yaşadıkları dönemlere göre farklılık gösterir. Bunlar çeşitli sesler, görüntüler olabileceği gibi yabancılar, hayvanlar, taşıtlar veya hayali varlıklar da olabilir. Korkulan ‘şey’ ne olursa olsun, çocukların kendilerini rahatlatmak ve güvende olduklarını hissetmek için yaptıkları genellikle aynıdır: Güvenilir bir yetişkine yaklaşır ve her şeyin yolunda olduğunu anlamak için olumlu bir işaret bekler.

0-6 ay:

Bu dönemde bebekler genellikle ani ve şiddetli gelen seslerden korkar. Görme yetileri henüz tam olarak gelişmediği için anneyi sesinden, kokusundan ve kalp ritminden tanırlar. Kendilerini annelerinin yanında daha güvende hissederler. Bu nedenle korktuklarında anneye yakın olmak isterler. Parasempatik sinir sistemleri henüz gelişmediğinden kendilerini rahatlatamazlar ve bu nedenle rahatlayabilmek için mutlaka yardıma ihtiyaç duyarlar. Bu dönemde bebeğin ihtiyaçlarının vaktinde karşılanması ve korktuklarında yalnız bırakılmamaları çocuğun anneyle güvenli bağlanma ilişkisi kurmasını sağlar.

6-18 ay:

Bebekler 6 aylık olduklarında görme yetileri gelişir ve gördükleri insanları ayırt etmeye başlar. Daha önce aralarında bir fark yokmuş gibi görünen insanların aslında farklı kişilerden oluştuğunu görürler. Kendilerini güvende hissettikleri ve alışık oldukları yer ebeveynlerinin yanı olduğu için, iletişim kurmaya çalışan insanları başlangıçta tehdit olarak algılayabilirler. Yabancılara karşı geliştirilen bu korkuyla başa çıkabilmek için ebeveynlerine daha çok yaklaşırlar. Bebeği zorlamadan korkusunu aşmasını sağlamanın yolu, ondan uzaklaşmamaktır. Kendini hazır hissetmediği bir durumla karşı karşıya bırakılmamalıdır.

Kendisiyle iletişim kurmaya çalışan kişinin ebeveynleriyle sıcak bir ilişkisi olduğunu görmek bebeği rahatlatır. Zarar görmeyeceğine ikna olan bebek, ilişki kurmaya hazırdır ve yavaş yavaş güvenli alanının sınırlarını genişletir.

Bu dönemde bebeklerin ve ailelerin karşılaştığı önemli değişimlerden biri de bebeğin hareket edebileceği olgunluğa ulaşmasıdır. Bebekler bir taraftan uzaklaşarak daha fazla nesneyle ilgilenmek isterken diğer taraftan güvenli alanlarından uzaklaşmaktan korkarlar. Bu nedenle bebekler çevreleriyle ilgilenirken ebeveynlerini de görmek isterler. Göremedikleri zaman kendilerini güvende hissetmezler. Ebeveynler, bebeklerinin kendisini güvende hissedeceği kadar yakınında bulunmalı ancak onun çevresiyle ilgilenebilmesi için uzaklaşmasına izin vermelidir.

Ebeveynlerin, çocuklarının başına kötü bir şey geleceğinden endişe ederek sürekli onları yanlarında tutmaya ve korumaya çalışması, çocuğun Dünyanın tehlikeli bir yer olduğuyla ilgili düşünceler oluşturmasına neden olabilir.

18 ay- 3 yaş:

Bu dönemde, çocukların dil gelişimi başlamıştır. Kelime kullanırlar ve ilkel bir düzeyde de olsa bir sembol ile bu sembolün temsil ettiği nesne arasında ilişkiyi anlayabilirler. Dil becerilerinin gelişmesi, çocukların benzerlikleri fark ederek grup oluşturabilmelerini sağlar. Çevrelerinde gördükleri diğer varlıkları insanlardan ayırabilirler. Çocukların bu dönemde hayvanlardan, taşıtlardan ya da buna benzer varlıklardan korkmasının nedeni budur. Çocuklar; henüz tanımlayamadıkları için bu varlıkların tehlikeli olduğu şüphesi taşır.

Tehlikeli olanla olmayan arasındaki farkları anlayabilmeleri için sordukları sorulara anlayabilecekleri şekilde cevap vermek gerekir. Ayrıca, korktuklarında yapacakları ilk şey, güvendikleri yetişkinlere bakmak olacaktır. Sözel ve bedensel mesajlara bakıp davranışlarını ona göre düzenleyecektir. Eğer korku tepkisi görüyorsa tehdidin gerçek olduğuna karar verecek ve korkacaktır. Sakin olduğunuzu gördüğünde ise kontrolün kendi elinde olduğuna karar verecek ve buna göre hareket edecektir.

Çocuklar bu dönemde de yüksek veya ani seslerden ve yabancılardan korkmaya devam edebilirler. Ancak korku, daha önceki dönemlere göre daha azdır ve kontrolün kendilerinde olduğu hissi daha kuvvetlidir.

3-6 yaş:

İnsanların en çok soru sorduğu dönem belki de 3-6 yaş dönemidir. Dil becerilerindeki gelişme onlara dünyayı daha ayrıntılı şekilde tanımlama imkanı yaratır. Dil gelişimine bağlı olarak ortaya çıkan soyutlama becerisi, çocuklara hayali oyunlar oynama şansı tanır. Çocuklar bu dönemde hayal ile gerçeği ayırt edemez. Bu nedenle masalları gerçekmiş gibi dinlerler. Çocukların hayal gücünde gerçekleşen bu gelişme onların dünyasını zenginleştirirken aynı zamanda yeni korkuların ortaya çıkmasına neden olabilir. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalını dinleyen bir çocuk için; Pamuk Prenses, cücelerin ormandaki mutlu yaşamı ya da son anda kurtarıcı olarak sahneye çıkan prens ne kadar büyüleyiciyse, Pamuk Prenses’i ormana götüren avcı ya da kötü kalpli cadı da o kadar korkutucudur. Televizyon ve bilgisayarda izledikleri görüntüler ya da çevrelerinde konuşulan konular, çocuklarda benzer etkiler yaratabilir.

Çocuklar korkularını pek çok farklı şekilde ifade edebilir. Doğrudan konuyla ilgili soru sorabilirler. Çizdikleri resimler ya da oyunlar, yaşadıkları korkunun ipuçlarını taşıyabilir. Kötü rüyalar, uyku düzeninde bozulma ya da alt ıslatma gibi belirtiler, yaşadıkları korkuyla ilişkili olabilir. Çocuk, yaşadığı durumu sözlerle ifade etmekte zorlanıyor olabilir. Bu noktada, ebeveynler çocuklarını sakin bir ifadeyle sonuna kadar dinlemeli, açıklamakta zorlandığını hissettiğinde soracağı sorularla kendini ifade etmesine yardımcı olmalıdır. Korkunun nedeni bir yetişkin için gerçek dışı olabilir ancak unutulmamalıdır ki, çocuk için yaşanan korku gerçektir. Bu nedenle çocuğa korkulacak bir şey olmadığını söylemek onu rahatlatmaz. Tam tersine çocuğun ‘anlaşılamadığını’ hissetmesine neden olur. Yetişkinin abartılı bir tepki vermesi durumunda ise, çocuk korktuğu şeyin büyükleri bile korkuttuğunu düşünebilir. Bu durumda çocuğun korkusunun daha da artması beklenebilir.

3-6 yaş döneminde çocuklar ölüm, cinsellik, din gibi konular üzerine düşünmeye başlar ve pek çok soru sorarlar. Anlaşılması yetişkinler için bile kolay olmayan bu konularda çocukların yaşadığı kafa karışıklığı son derece doğaldır. Ailelerin bu tür konularla ilgili sorulara cevap verirken nelere dikkat etmeleri gerektiği, başlı başına farklı bir yazı konusudur. Ancak aileler çocuklarının bu dönemde hayal ile gerçeği birbirinden ayırmakta zorlandıklarını göz önünde bulundurmalıdır. Bu tür konularla ilgili soruları görmezden gelmek ya da “ayıp, günah” gibi cevaplar vermek, çocuğun konuşma cesaretini ve isteğini azaltacaktır. Çocukların bu tür soruları kendi hayal dünyaları içinde cevaplandırmaları, daha sonra ortaya çıkabilecek birçok korkunun temelini oluşturabilir. Bu nedenle ebeveynlerin çocuğun sorularına korkmasına neden olabilecek faktörlerden uzak durarak cevap vermesi önemlidir.

Neler Yapılabilir?

Çocuklar için korkuyla baş etme, ailenin önemli rol üstlendiği bir öğrenme sürecidir. Çocuğa kendini güvende hissedeceği bir ortam yaratmak, zor durumlarda yanında olacağını göstermek, başa çıkma becerilerini kazanmasında ve geliştirmesinde yardım etmek, ailelerin görevidir.

Çocuğunuzu çatışma ortamından uzak tutun

Anne ve baba arasında yaşanılan anlaşmazlıkların çocukların bulunduğu ortamda çözülmeye çalışılması ya da taraf olmalarının beklenmesi çocuğu huzursuz edecektir. Çocuklar, anne ve baba arasındaki anlaşmazlıkları çözmekle sorumlu tutulamazlar. Sürekli gergin bir ortamda yaşamak zorunda kalan çocuğun pek çok korku ve kaygı geliştirmesi kaçınılmazdır.

Çocuğunuzun korkularını görmezden gelmeyin

Öcülerden korkan dört yaşındaki bir çocuğa öcülerin olmadığını söylemek ya da bu durumu ciddiye almadığınızı gösteren cevaplar vermek çocuğunuzu rahatlatmaz. Gerçek ve hayal arasındaki farkı belirleyemeyen çocuğun ‘anlaşılamadığını’ hissetmesine yol açar. Böyle bir durumda çocuğun korkularını paylaşma isteği azalabilir. Çocukla sadece iletişim kurmak bile onun rahatlamasına yardımcı olur. Aile çocuğun korkularını dinlemeli ve bu korkuyla başa çıkabilecek yöntemleri geliştirebilmesi için ona yol göstermelidir.

Çocuklarınızın korkularını büyütmeyin

Çocuklar anne ve babalarını dünyayı anlayabilmek için bir ayna gibi kullanırlar. Çocuk korktuğu zaman anne ve babasının sözel ve bedensel mesajlarına bakarak süreci anlamaya çalışır. Bu nedenle çocuğunuz herhangi bir şeyden korktuğunda sakin kalmanız önemlidir. Bu sayede çocuk kontrolün kendi elinde olduğuna daha kolay inanacaktır. Ayrıca anne ve babanın soğukkanlılığını koruması, çocuğun korkularıyla başa çıkabilmesi için iyi bir model oluşturacaktır.

Korkuyu bir eğitim aracı olarak kullanmayın

Çocuğunuzun istenmeyen bir davranışını engellemek için onu korkutmayın. Bu tür yöntemler çocuğunuzun olumlu davranış kazanmasında ya da olumsuz davranışının ortadan kalkmasında hiçbir işe yaramaz. Çocuk böyle bir durumda sadece korkar. Yanlış bilgiler, inanışlar ve korkular dışında hiçbir şey kazanmaz. Tabağındaki yemekleri bitirmediği takdirde başına kötü bir şey geleceği söylenen çocuğun bu süreçte kazanacağı tek şey bir yeme problemi olacaktır.

Korku nedeniyle yaşam düzeninde değişiklik yapmayın

Kötü bir rüyadan korktuğu için anne ve babasının yanında yatmak isteyen çocuğa bu nedenle izin vermek korkulan şeyi bir gerçek haline getirecektir. Çocuklar anne ve babalarıyla birlikte uyumayı çok sevdikleri için yaşadıkları korku aynı zamanda bir ödüle dönüşecektir. Bu nedenle korkmuş halde yanınıza gelen çocuğunuzu sonuna kadar dinleyin ve sakinleşene kadar bekleyin. Çocuğunuz sakinleşince onunla beraber yatağına gidin ve uyuyana kadar yanında kalın. Bu hem çocuğunuzun kendini güvende hissetmesini sağlayacak hem de korkusuyla başa çıkmasını kolaylaştıracaktır. Çocuğunuzla kendi yatağınızda vakit geçirme zevkini güzel zamanlara saklayın.

Çocuğunuzla ortak dil kullanın

Çocuklar, karşılaştıkları pek çok güçlükle hayal güçlerini kullanarak başa çıkarlar. Masal, oyun, resim gibi aktiviteler çocukların öğrenme sürecinde önemli yer tutar. Korkularıyla başa çıkabilmeleri için anlamakta zorlanacağı açıklamalar yapmak yerine, çocuklara eşlik edin. Korkuya neden olan şeyleri oyun, masal ya da resim kullanarak anlatmak çocuklar için daha rahattır. Ayrıca çocuğun ebeveynle iyi zaman geçirmesini sağlar. Bu şekilde iletişim kurulan çocuk, korku ve kaygılarını sizinle paylaşmak için daha istekli olacaktır.

Uzman desteği alın

Çocuklar korkularıyla başa çıkmakta zorlanabilir. Çocuğun aileden aldığı destek çok önemlidir ancak her zaman sorunu çözmeyebilir. Korkunun başlangıcında travmatik bir yaşantı olabilir. Eve hırsız girmesi, evde ya da dışarıda geçirilen bir kaza, deprem, sel gibi doğal afetler, bir yakınını kaybetmek, ciddi bir hastalık geçirmek, ameliyat gibi insanlar için başa çıkılması zor yaşantılar çocuklarda birçok korkunun ortaya çıkmasına neden olabilir. Ayrıca çocuk herhangi bir sebeple yaşadığı korkunun nedenlerini anlatamıyor olabilir. Çocuğunuz kötü rüyalar görüyorsa, sık sık uykusundan uyanıyorsa, tuvalet eğitimini almış olduğu halde altını ıslatmaya ya da dışkı kaçırmaya başladıysa ifade etmekte zorlandığı bir sorun yaşıyor olabilir. Böyle bir durumla karşılaşıldığında aile öncelikle çocuğuna “güvende” olduğu mesajını vermeli, sonrasında ise mutlaka bir uzmandan destek almalıdır.


bu yazı cumhuriyet gazetesinin 24 nisan cumartesi sayısında kısaltılarak yayınlanmıştır.

28 Nisan 2010

oyun terapisi


Psikoterapi, insanların duygu ve düşüncelerini gizliliğin de verdiği güvenle paylaştığı, kendini gözlemlediği, hem danışan hem de terapist için oldukça yoğun yaşanan bir süreçtir. Bu süreçte ağırlıklı olarak sözel iletişim kullanılır ve terapi ağırlıklı olarak sözcükler üzerinden devam eder. Ancak genellikle dokuz yaşından küçük çocuklarla çalışan psikologlar, iletişim kurabilmek için daha farklı yöntemler kullanmak zorundadır. Çünkü dokuz yaşından küçük çocuklar her hangi bir konuda yaşadıkları zorlukları yetişkinlerin anlayabileceği şekilde ifade etmekte zorlanır. Bu nedenle duygularını ve düşüncelerini paylaşarak kendilerini rahatlatmak ve yaşadıkları zorluklarla başa çıkmak için yetişkinlere göre daha fazla desteğe ihtiyaç duyarlar.

Deneyimsel oyun terapisi bu noktada devreye girer. Oyun terapisi genellikle dokuz yaşından küçük çocuklarla çalışılmasına karşı, kendi kendine oyun oynamayı bırakmamış her yaştan çocukla birlikte uygulanması mümkündür. Oyun terapisinde özel olarak tasarlanmış bir oyun odasında terapist ve çocuk birlikte oyun oynar. Oyun terapisinin belki de en önemli özelliği çocuğu terapi sürecinin merkezine koymasıdır. Burada terapistin ilk görevi, çocuğun kendisini oyununa davet etmesini beklemektir. Çocuk, ihtiyaç duyduğu güven ilişkisini kurmaya başladığında terapisti oyuna davet eder. Terapist, ortaya hiçbir koşul sürmeden çocuğun oyununa dahil olur ve ona eşlik eder. Çocuk, oyun terapistiyle güven ilişkisini geliştirdikten sonra yavaş yavaş kendini açmaya başlar. Oyun terapisinde her biri birbirinden farklı anlamlar taşıyan oyuncakları kullanarak kendi oyununu kurar. Günlük hayatında ifade etmekte zorlandığı öfke, üzüntü, kıskançlık gibi olumsuz duyguları özgürce yaşar. Oyun terapisti, çocuğu, kendinde gördüğü tüm hata, eksiklik ve zayıflıklarla koşulsuz olarak kabul eder. Çocuk, rahatlar ve daha cesur bir şekilde kendini oyunun akışına bırakır. Bu süreçte zorlukların kaynağına doğru bir yolculuğa çıkar, nedenleri keşfeder ve bu zorlukla nasıl başa çıkacağını en iyi bildiği yolla, oyunla, öğrenir.

Deneyimsel oyun terapisinde kullanılan oyuncakların ayrı birer anlamı vardır. Örneğin vahşi hayvan oyuncakları saldırganlık, korku, güç gibi durumları ifade edebilirken vahşi olmayan hayvan oyuncakları korunma, aile, ilişki gibi kavramları ifade edebilir. Top, etkileşim, güven ilişki kurma isteğini yansıtırken araba, hareket, güç ve kaçış anlamına gelebilir.

Oyun terapisi özellikle travmatik yaşantılar ve bu yaşantıların neden olduğu sorunlar üzerinde oldukça etkili bir terapi yöntemidir. Yaşanılan travmalar çocukların travmayı yaşadığı gelişim döneminde takılmasına ve daha sonraki gelişim dönemle geçerken zorluk yaşamasına neden olabilir. Oyun çocuğun, takıldığı gelişim aşamasında gerekli iyileşmeyi sağlayarak bir sonraki gelişim aşamasına geçmesine yardımcı olur.

Çocuklar oyun aracılığıyla pek çok şeyi öğrenir ve anlatır. Hayatın provası olarak oyun, çocukların yeni bilişsel ve sosyal becerileri, değerleri ve ahlaki değerlendirmeleri anlamasını ve bunları kendisi ile bütünleştirmesini sağlar. Çocuklar oyunda kimi zaman heyecan ve coşkuyu yaşarken, kimi zaman üzüntü, özlem ve öfkeyi yaşar. Bazı oyunlara en olumlu düşüncelerini koyarken bazen de hayata en karamsar açıdan bakar. Eşsiz hayal dünyaları içinde yaptıkları yolculuklara katılmak siz anne ve babalar için de bulunması oldukça güç bir fırsat. Çocuğunuz sizi oyununa davet ettiğinde vereceğiniz olumlu bir cevap ailenize çok şey katacaktır. Üstelik günlük hayatın sıkıcı doğru ve yanlışlarından kısa süreliğine de olsa uzaklaşmak… gerçekten çok iyi bir fikir. Hem televizyon karşısında yaptığımız şey de bu değil mi?

“Oyun çocuğun sanatıdır, sanat yetişkinin oyunudur.”
Koray Tarhan
Oyuncu ve Doğaçlama Eğitmeni


Kaynakça

1. Dr. Carol Norton, Byron Norton, Reaching Children Through Play Therapy, White Apple Press, USA, 1997
2. James L. Gould, Carol Grant Gould, Hayvan Zihni, Tübitak Yayınları, Ankara, 2000
bu yazı, mother and baby dergisinin mayıs sayısında yayınlanmıştır.

21 Nisan 2010

sınav kaygısı


Çocuklar okula başlayana kadar rüya gibi bir dönem geçirir. Uyanık geçirdikleri sürenin neredeyse tamamında oyun oynar, yeni keşifler yapar ve sevdikleri insanlarla bir arada vakit geçirirler. Ancak okulun başlamasıyla birlikte bu dönem sona erer. Artık hayatlarında daha önceki döneme göre çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan bir kavram vardır: sorumluluk... Öğrenilmesi gereken konular, yapılması gereken ödevler, tekrar edilmesi gereken dersler, okula vaktinde gitmek için uyanılması gereken saatler ve güzel bir karne getirebilmek ya da iyi eğitim veren okullara girebilmek için geçilmesi gereken sınavlar…

Öğrencilerin akademik başarılarını ölçmek amacıyla uygulanmakta olan sınav sistemine çocuklar birbirlerinden farklı şekilde tepki verirler. Bazı öğrenciler için sınava hazırlık ve sınav süreci eğitimin ‘olağan’ parçalarıdır. Dolayısıyla sınav performanslarını olumsuz yönde etkileyen bir sorun yaşamazlar. Bazı öğrenciler için ise sınava hazırlık ve sınav süreci oldukça kaygı vericidir. Bu çocuklarda başarısız olma korkusu o kadar yoğun yaşanır ki, sınav anında sahip oldukları bilgileri kullanmakta zorlanırlar. Buna bağlı olarak da sınav öncesindeki kötü senaryo gerçek olur: çalışmalarının karşılığında beklediklerinden daha düşük bir sonuç alırlar. Başarısız olma korkusunun başarısız olma ile sonlandığı bir kısır döngü oluşur. Bu kısır döngüye girmemek ya da performansı olumsuz etkileyen kaygıdan kurtulmak için sadece çocuklara değil ailelere ve öğretmenlere de görev düşmektedir.

Başarısız olma korkusu olarak adlandırabileceğimiz sınav kaygısını yaşayan öğrenciler sınava hazırlanırken, sınav anında ve sonrasında pek çok farklı belirti gösterebilir. Bu belirtiler zihinsel, duygusal ya da bedensel kökenli olabilir. Bu belirtilerin anne-babalar ve öğretmenler tarafından gözlenmesi sıkıntının giderilmesinde büyük önem taşır. Çünkü çocuklar sıkıntı ve ihtiyaçlarını belirtmekte yetişkinlerden daha çok güçlük çeker.

Bir öğrencinin yüksek düzeyde sınav kaygısı yaşadığı nasıl anlaşılır?

Düşüncelerini toparlayamama ve ifade edememe,
Unutkanlık veya öğrendiklerini aktaramama,
Dikkat ve konsantrasyon güçlüğü,
Bilgileri anlamada güçlük çekme,
Çarpıntı ve düzensiz kalp atışı,
Düzensiz solunum ve solunumda güçlük,
Ellerde titreme ve ateş basması hissi,
Baş dönmesi,
Kas yorgunlukları ve uyuşma,
Terleme ya da üşüme
Mide krampları ve baş ağrısı
Gerginlik ve sinirlilik,
Heyecan ve panik,
Karamsarlık ve güvensizlik,
Korku

Anne, baba ve öğretmenler çocuklara nasıl yardımcı olabilir?

Kaygıyı yok etmeye çalışmayın:

Amaç kaygıyı tümüyle ortadan kaldırmak değil, kaygıya yenik düşmemek ve yaşanan kaygıyı belli bir düzeyde tutmaktır. Eğer bir konuda hiç kaygı duymuyorsanız, o konuyu önemsemiyorsunuz demektir ve motive olmanız da mümkün değildir. Normal düzeydeki bir kaygı, istek duyma, karar alma ve alınan kararlar doğrultusunda enerji üretme ve üretilen bu enerjiyi kullanarak performansın yükseltilmesine yardımcı olur. Bu nedenle çocukların kaygıyla başa çıkmasına yardımcı olurken kaygıyı ortadan kaldırmaya çalışmak yerine kontrol edilebilir seviyeye çekmesine yardımcı olmaya çalışın.

Zaman yönetimi konusunda çocuklara yardımcı olun:

Pek çok öğrenci sınava hazırlanmak için yeterince zaman ayırmadığını düşünür. Bu nedenle de sınav saati yaklaştıkça panik içerisinde hazırlıklarını devam ettirmeye çalışır. Girilecek sınava hazırlanmak için gereken süreyi ayarlamak çocukların daha sakin bir şekilde hazırlanmasına ve sınav anında kendini daha rahat hissetmesine yardımcı olur. Çocukların aynı anda birçok şeyle ilgilenirler ve zamanlarını organize etme konusunda zorluk yaşarlar. Onların bu beceriyi kazanması için yetişkinlerin destek olması önemlidir. Ancak burada çocukların sosyal ihtiyaçları göz ardı edilmemelidir. Sonuç olarak eğer zaman yönetimi konusunda zorlandıklarını gözlemliyorsanız ona yardımcı olmaya çalışın.

Sınavlar öğrencinin kişiliğini değil, bilgisini ölçer:

Sınavın bilgi yerine kendi kişiliğini değerlendirdiğine inanan çocuklar daha fazla kaygılanır. Bu şekilde yapılan bir değerlendirme beden kimyasında bir takım değişikliklere yol açar. Ortaya çıkan kaygı, akıl yürütme ve soyut düşünme yönündeki zihinsel faaliyetleri bozar. Bu etkileri nedeniyle sınava yüklenen anlam, performansın düşmesine neden olan en önemli faktörlerden biridir. Kendini sınav sonucuna göre “yetersiz” ve “değersiz” gören bir çocuğun mutsuz olacağı ve özgüveninin düşeceği, buna bağlı olarak da gireceği sınavlara yönelik korkusunun artacağı açıktır. Çocuklara, girdikleri sınavın sonucu ne olursa olsun değerli olduklarının hissettirmek sanıldığı kadar zor olmayacaktır.

Sonuçtan bağımsız olarak gösterilen çabayı takdir edin:

Çaba, zeka ve yetenek gibi değişim sağlanması mümkün olmayan özelliklerden farklıdır. Çünkü çaba artırılabilir ya da azaltılabilir. Sınava hazırlanmak için elinden geleni yapan buna karşı sınavdan beklentisinin altında sonuç alan bir çocuk, ailesinden ya da öğretmeninden sadece eleştiri alırsa kendini çaresiz hissedecektir. Bu nedenle öncelikle gösterdiği çaba için takdir edilmeli ve sonrasında yaşanan soruna odaklanılmalıdır. “Ne yaparsam yapayım olmuyor” diye düşünen bir çocuk, sonraki sınavlar için motivasyonunu kaybedecek ve daha az çaba göstermeye başlayacaktır.

Geçmişte gösterilen başarıları hatırlatın:

Sorun yaşanmaya başlamadan önceki başarıları hatırlatmak çocukların motivasyonunu yükseltecektir. Bu süreçte çocuğun hangi özelliklerinin başarısına katkıda bulunduğuna vurgu yapmak hissedilen çaresizliği azaltacaktır. Sahip olduğu olumlu özelliklerin çevresi tarafından da fark edildiğini gören çocuk kendini daha güçlü hissedecek ve sorunuyla daha rahat başa çıkacaktır.

Sosyal becerilerini destekleyin:

Okulun başlamasıyla beraber, çocuklar vakitlerinin büyük kısmını akademik beceriler kazanmaya ayırır. Özellikle 6. sınıftan itibaren başlayan yıl sonu sınavları, hafta sonlarının dershaneye ayrılmasına neden olmakta ve çocukların arkadaşlarıyla geçirdiği vakitler gittikçe azalmaktadır. Ayrıca spor, sanat ve diğer uğraşılara ayrılan zaman da kısıtlanmaktadır. Çocukların çok yönlü bir gelişim göstermesini olanak sağlamak uzun vadede ortaya çıkabilecek kötü alışkanlıkların engellenmesinde bu tür etkinliklerin büyük önemi vardır. Okulda yaşanan stresle başa çıkabilmesi ve kendini geliştirebilmesi için çocukların bu tür etkinliklere zaman ayırması bir kayıp değil tam tersine öğrenme sürecini de olumlu etkileyecek bir kazançtır.

Paylaş

16 Nisan 2010

bir röportaj: ilköğretim okullarında psikolojik danışmanlık


Çocuklar okula başladıklarında hem çocuklar hem de ebeveynlerin hayatında birçok şey değişir. O güne kadar neredeyse tüm gününü ailesiyle geçirmekte olan çocuk, artık zamanının büyük bir kısmını okulda geçirmeye başlar. akranlarıyla beraber eğitim hayatına başlayan çocuk sadece akademik bilgilere sahip olmakla kalmaz. Aynı zamanda sosyal gelişiminin de büyük bir kısmını öğrencilik döneminde tamamlar. Geleceğini şekillendirmeye başladığı okul sıralarında çocuklar bir yandan ilgi alanlarını, yeteneklerini keşfederken, diğer yandan akranlarıyla ve yetişkinlerle ilişki kurmayı, sorumluluklarını belirgin kurallar çerçevesinde yerine getirebilmeyi öğrenir. Okulda çocuklardan sorumlu olan kişiler başta sınıf öğretmenleridir. Ancak kariyer planlama, meslek seçimi gibi konularda ya da sınıf öğretmenlerinin tek başlarına çözmekte zorlandıkları sorunlarda okul rehberlik servisleri devreye girer.

Zaman geçtikçe, önemi daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan okullarda Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik konusunu, uzun zamandır Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ilköğretim okullarında ve liselerde görev yapmakta olan Psikolog Mehmet Eşki’yle konuştuk. Mehmet Eşki şu an Antakya Gazi İlköğretim Okulu Rehberlik Servisinde görev yapıyor.


Milli Eğitim Bakanlığının Rehber Öğretmenlerden (Psikolojik Danışman) beklentisi nedir?

Öğrencilerin kendilerini ilgileri, yetenekleri gibi yönleriyle tanımalarına, meslekler hakkında bilgi edinmeleri, uygun meslek veya üst eğitim kurumu seçiminde dikkat edilmesi gereken kriterleri fark etmelerine, çevreleri ile olumlu ilişkiler kurmalarına, verimli ders çalışma alışkanlıkları ve sorunlarla baş etme becerileri kazanmalarına yardımcı olmak.

Okullarda Rehber Öğretmenlerin çalışma koşullarını nasıl değerlendirirsin?

Rehber Öğretmen önleyici psikolojik hizmet veren, problemleri kronikleşmeden tespit edilebilme imkanına sahip ve ilk müdahaleyi yapacak olan kişidir. Toplumun tüm bireylerinin de zorunlu bir eğitimden geçtiklerini, dolayısıyla rehber öğretmenin elinden geçtiğini düşündüğümüzde rehber öğretmenin önemini daha iyi anlayabiliriz. Bu durum mesleki açıdan heyecan verici olmakla birlikte, rehber öğretmenlerin çalışma şartlarında bazı düzenlemeleri zorunlu kılıyor.

Rehber Öğretmenlerin norm kadroları belirlenirken 150 ve üzeri kişiye 1 rehber öğretmen, öğrenci sayısı 500 ve 500’ün katlarına ulaşması halinde her defasında 1 rehber öğretmen norm kadrosu ekleniyor. Ancak ilköğretim kurumlarında okul öncesi ile 1-5’inci sınıf öğrenci sayıları bu hesaplamaya dahil edilmiyor. Bir eğitim bölgesindeki tüm okullardaki rehber öğretmen kadrosu tamamlanmadıkça da ikinci rehber öğretmen kadrosu kullanılamıyor. Kağıt üzerinde ideal gibi duran sayılar pratikte bir rehber öğretmene düşen öğrenci sayısının bazen bin-ikibine ulaşmasına sebep olabiliyor. Bu da ideal bir rehberliği zorlaştırıyor.

Rehber Öğretmenler günde 6 ve haftada 30 saat çalışıyorlar. MEB’teki rehberlik servislerinin çoğu ideal bir danışmanlık için uygun değil. Bilgisayarı olmayan, sandalyeleri yetersiz, mutfaktan, depodan bozma, dönüştürülmüş merdiven altı rehberlik servisleri bile var. Yine de son zamanlarda ciddi iyileşmeler olduğunu söyleyebilirim. Okul yönetimleri, rehber öğretmenlerin öneminin artık farkında. Bu, rehber öğretmenlerin daha rahat ve verimli çalışmasına olanak tanıyor. Artık rehber öğretmenler zamanlarını önemli olduklarını ispatlamaya çalışmak yerine öğrencilerle ilgilenerek geçirebiliyorlar.

Çocuklarda en sık hangi problemlerle karşılaşıyorsun?

Uyum problemi(okula yeni başlayanlarda), öğrenme güçlüğü, sürekli geç kalma, ders işlenirken başka işlerle uğraşma veya çevresindekilerle konuşarak dikkati dağıtma, ödevlerle ilgili sorumluluklarını yerine getirmeme, ebeveynlerin beklentisinin yüksek olması, yoğun sınav takvimi ve SBS hazırlığından kaynaklanan stres, arkadaşları veya aile bireyleri ile kavga etme, yalan söylemeyi alışkanlık haline getirme, hırsızlık, okuldan kaçma, zamanın çoğunu internet cafelerde geçirme, sınav kaygısı, çocuk ve ebeveyn arasında iletişim problemleri, kardeş kıskançlığı, gece korkuları, enürezis (alt ıslatma), artikülasyon ve kekemelik gibi problemler.

Çocuklarla çalışırken rehber öğretmenler ne gibi zorluklarla karşılaşır?

Rehberlik servisine gelen öğrencilerin bir kısmı öğretmenlerin veya ailenin istek ve ısrarları sonucunda geliyorlar. Özellikle öğretmenlerin öğrencileri ceza verir gibi rehberlik servisine getirmeleri, öğrencilerle iletişimi zorlaştırıyor. Rehberlik hizmetleri gönüllülük esasına dayandığı için öğrenciye önce bu görüşmenin neden gerekli olduğu anlatılıyor ve gönüllü olup olmadığı soruluyor. Öğrencilerin şiddet içeren davranışlarını kaldırmaya çalışırken bir taraftan ebeveynlerin ve bazen de öğretmenlerin şiddet kullanması olumsuz davranışın pekişmesine sebep oluyor. Dinleme davranışı yetersiz olan çocukların çoğunun ebeveyninin de dinleme davranışına yeterince sahip olmadığını görüyoruz. Çocuğun yaşadığı problemleri çözmek için sadece çocukla değil öğretmen ve ebeveynler ile de çalışmak gerekiyor. Şiddet içeren davranış sergileyen çocukların okulda kolayca popüler hale gelmesi, ergenlik döneminde ilgi çekmeyi çok seven öğrencilerin bu davranışlarını değiştirmeyi zorlaştırıyor.

Psikolojik Danışmaların, öğretmenlik unvanına sahip olmaları öğrencilerin gözünde kural koyucu, otorite şeklinde algılanmasına sebep oluyor ve bu da sağlıklı bir danışma sürecinin önündeki engellerden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Çocukların yaşadığı sorunların çözümünde ailelerin işbirliğine açık olmasının çok önemli olduğunu biliyoruz. Şu ana kadarki tecrübelerinizi göz önünde bulundurarak ailelerle işbirliği kurmakta zorlanıyor musunuz? Ayrıca işbirliğine açık aileler çözüme ne tür katkılarda bulunuyor?

Ebeveyn öğretmen iletişiminde sık karşılaştığımız bazı tutumlar vardır. Bazı öğretmenler problemli öğrencinin velisini çağırdığında veya rutin toplantılarda velilere kızar, onları eleştirir. Velilerin o toplantılara gelerek aslında problemin çözümü için bir şey yapmaya hazır olduklarını ama ne yapmaları gerektiğini bilmedikleri için doğruları yapamadıklarını dikkate almaz. Öğretmen sadece şikayet eder ama çözüme yönelik net bir cümle kurmaz.

Veliyi çocuğu için iyi bir şey yapmaya çalışan ama bunun için desteğe ihtiyaç duyan kişi olarak görüyorum. Veli problem çıktığında kendisini yargılamadan dinleyecek birlikte somut çözümler üretebileceği veya çözüm önerileri alabileceğini bildiğinde, rehber öğretmen ile güven ilişkisi kuruluyor ve kendini açıyor.

Veliye, iletişim, sınır koyma, eğitimde veliye düşen görevler, Ortaöğretime Geçiş Sistemi, SBS gibi konularda eğitim vererek onları destekliyorum. Böylece problem çözme becerileri gelişiyor ve evde daha az çatışma yaşanmasına sebep oluyor. Evde daha az problem yaşayan çocuk okulda da daha az problem yaşıyor.

Sınıf içinde yaşanan problemler konusunda öğretmenler ve rehber öğretmenler arasında nasıl bir işbirliği gerçekleştiriliyor? İşinizi zorlaştıran ve kolaylaştıran öğretmen tutumlarından bahseder misiniz?

Problem çözmek için gelen öğretmenler var. Bir de şikâyet etmek, cezalandırmak için gelen öğretmenler var. Öğretmen problemi getirdiğinde problemin yanı sıra öğrencinin olumlu özelliklerini de söylemesini istiyoruz.

Bazı öğretmenler olumlu davranışa odaklanıp, öğrenciyi destekleyerek problemi çözmeye, öğrenciyi kazanmaya çalışır. Öğrencideki her gelişmeyi görmeye motive olmuşlardır ve gelişmeleri rehberlik servisi ile paylaşırlar. Bu öğretmenlerle çalışmak çok keyiflidir.

Bazı öğretmenler ise sadece olumsuz davranışa odaklanıp, öğrencinin hiç olumlu bir davranışı yok şeklinde toptancı bir yaklaşım sergiliyorlar. Onlara olumlu davranışa odaklanmak gerektiği anlatıldığında ya ne kadar tecrübeli olduklarını ve yıllardır bu şekilde problem çözdüklerini veya “hayat kitaplardaki gibi değildir” şeklinde okumayı küçük gören garip tutumlar sergilerler. Bu tarz öğretmenlerle problem çözmek zordur. Sınavda 100 üzerinden 80 almış bir öğrenciye alamadığı 20 puan için kızabilirler.

Okullarda ciddi sorunlar yaşayan çocukları hangi kurumlara yönlendiriyorsunuz? Bu kurumlarla okullar arasındaki işbirliğini yeterli buluyor musun?

Öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklar değerlendirilmek üzere Rehberlik Araştırma Merkezlerine (RAM) gönderiliyor. Buradan ihtiyaç duyulması durumunda zeka ölçümü için devlet hastanelerine veya özel kurumlara yönlendirilmektedir. Özel eğitim desteği alması uygun bulunan çocuklar Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinden destek eğitimi almaya başlıyorlar.

Dikkat Dağınıklığı ve Hiperaktivite, Enürezis, Enkoprezis, madde kullanımı gibi durumlarda psikiyatriye gönderiyoruz.

Sokaklarda yaşayan veya çalışan, parçalanmış aile çocukları için sosyal inceleme talebiyle il sağlık müdürlüklerine ve sosyal hizmetler ve çocuk esirgeme kurumlarına yönlendiriyoruz.

Bazen bir kurumla yazışma yapıldıktan sonra geri dönmeleri ayları bulabiliyor. Sosyal incelemeye başladıktan sonra da okula yeterli bilgilendirme genellikle yapılmıyor.

Milli eğitim bakanlığı rehber öğretmenlerin mesleki gelişimi için ne tür eğitim programları açıyor? Yeterli mi? Daha iyi olması için ne tür eğitimlere ihtiyaç duyuyorsunuz?

Hizmet içi eğitim kursları düzenleniyor. Kursa kabul edilen öğretmenin tüm masrafları da karşılanıyor. Test ve ölçek kurslarına talep çok oluyor ve çoğuna sadece Rehberlik Araştırma Merkezinde görevli Psikolojik Danışmanlar başvurabiliyor. Kontenjanların arttırılması ve okullarda görevli Psikolojik Danışmanların dahil edilmesi gerekir. En ihtiyaç duyulan eğitimler terapi eğitimleri. Takip edebildiğim kadarıyla hizmet içi eğitim kurslarında şu ana kadar hiç terapi eğitimi kursu açılmadı.

Sivil Toplum Örgütleri birçok sosyal sorumluluk projesi organize ediyor. Bunlar içinde çocuklara yönelik projeler olduğu gibi öğretmenlere yönelik projelerde bulunuyor. Türkiye’nin görece gözden uzak yerlerinde çalışmış biri olarak bu projeler hakkında ne düşünüyorsun? Yeterince haberdar olabiliyor musun?

Özelikle kız öğrencilerin okutulması ile ilgili projeleri biliyorum. Öğretmenlerle ilgili bu yıl MEB ve Microsoft işbirliği işe Yenilikçi Öğretmenler Projesi yapılmaktadır. MEB’in hizmetiçi eğitim modülü ekranında gözüken etkinlik ve projeleri takip edebiliyoruz.

Eskisine göre çok daha fazla sayıda sınav yapılıyor olması sence çocukları ve eğitimin kalitesini ne yönde etkiliyor?

Merkezi sınavlara girme yaşı 11’e kadar düşmüştür. Öğrenciler 5. sınıfta bursluluk sınavlarına 6, 7, 8. sınıfların sonunda da Seviye Belirleme Sınavlarına (SBS), bu süre içerisinde yani 8 dönemde de her dersten 3’er yazılıdan yaklaşık 150 yazılıya, dershanede ortalama haftada bir sınavdan yılda 20-25, üç yılda 60-75 arası sınava, toplamda 200’ün üzerinde sınava giriyorlar. İlköğretimdeki neredeyse her çocuk okul ve dershane olmak üzere iki okul okuyorlar. Ayrıca öğrenciler tarafından Türkçe, Matematik, Sosyal Bilgiler, Fen ve Teknoloji, İngilizce, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri önemli, SBS de soru olarak gelmeyecek Beden Eğitimi, Müzik, Resim, Bilgi ve Teknoloji gibi dersler önemsiz olarak algılanmaya başlanıyor.

Bu yoğunluk öğrencilerin 10-14 yaş dilimlerine yani ergenliğin başlangıcına denk gelmektedir. Bu dönemde ergenler duygusal olarak çalkantılı bir dönemdedir. Hayal kurmanın, yalnız kalmanın, değişik şeyler denemenin, arkadaşlarla zaman geçirmenin tercih edildiği, takdir edilme, sevme-sevilme ihtiyacının en üstte olduğu, bedenin tanınmaya, cinsel gelişimin anlamlandırılmaya çalışıldığı bir dönemdir.

Ergenlik döneminin yoğun ders programı ve sınav stresi altında yaşanması çatışmaları ve mutsuzluğu da beraberinde getiriyor. 6. sınıfta SBS de düşük not alan bir öğrencinin Fen Lisesi veya çok tercih edilen bir Anadolu lisesini kazanma şansı neredeyse bitmiş oluyor. Bu durumda öğrencide “7. ve 8. sınıfta çalışsam da bir şey değişmeyecek” şeklinde otomatik düşünceler ortaya çıkıyor. SBS’nin derhal kaldırılması gerekir. O zaman dershane ihtiyacı da ortadan kalkacaktır.

Özellikle devlet okullarında çalışmanın öğretmenler için çok yıpratıcı olduğunu biliyoruz. Öğretmenlerin tükenme yaşamadan meslek hayatlarını devam ettirebilmesi için sence ne tür önlemler alınmalı ya da ne tür yeni açılımlar sağlanmalıdır?

Öğretmenlerin tükenmişliğinin temelinde, öğrenme/öğretme ortamlarının yetersizliğine karşı beklentilerin yüksek olması ve bu beklentilerin bir türlü karşılanamaması yatmaktadır. Her sene dereceye giren iller, dereceye giren okullar gibi sıralamalar görüyoruz. Eğer ilk üçe giren il/okul varsa sona kalan son üç il/okul okul da olmak zorundadır. Ve bunun faturası her seferinde öğretmene kesilmektedir.

MEB öğretmenlerin iş doyumunu arttırıcı bazı tedbirler almalıdır. Bunun için sınıflardaki öğrenci sayısını azaltmalı, eğitim araç ve gereçlerini ihtiyaca cevap verecek hale getirmeli, öğrenme-öğretme etkinliğini tahta ve sıralardan oluşan bir sınıf ortamından çıkarmalı. Mesela, coğrafya veya tarih öğretmeni derste anlattığı konularla ilgili geziler yapabilmeli. İlköğretim okullarına bütçe ayrılmalı.

Tükenmişlik duygusunu aşmak mümkündür. Tükenmişlik kişiyi enerjisiz bırakır. Öğretmenlerin boş zamanlarında deşarj olabilecekleri etkinlikler yapmaları, keyif almaktan hoşlandıkları kişi, ortam ve etkinliklere zaman ayırmaları; buna karşılık enerjilerini azaltan düşünce ve durumlardan mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışmaları toparlanmalarına yardımcı olmaktadır.

Rehber öğretmenler çalışırken en çok ne tür zorluklarla karşılaşıyor? Bu sorunları ortadan kaldırmak ya da yapılan çalışmaların etkinliğini artırabilmek için neler yapılmalıdır?

Bazı okullarda rehberlik servisleri yeterli donanıma sahip değil. Bazı psikolojik danışmanlar müdür yardımcıları ile aynı odaları paylaşmak zorunda kalıyorlar. İdareciler ve öğretmenlerin bir kısmı rehberlik faaliyetlerini angarya iş olarak görüyorlar. Özellikle ilköğretim okullarında bazen bir rehber öğretmene bin ile üçbin arasında öğrenci düşüyor.

Rehber öğretmenlerin işe yarayıp yaramadıkları da magazinsel bir dille sıkça tartışılan bir konudur. Üniversitelerde donanımlı yetişememe problemi rehber öğretmenler için de geçerlidir. Terapi ve temel görüşme tekniklerini bilmeyen, özel eğitimin konusunda yetersiz, herhangi bir testin/ölçeğin uygulayıcısı durumunda olmayan çok sayıda rehber öğretmen mevcut. Milli Eğitimin hizmet içi eğitim kursları çok yetersiz kalmaktadır. Rehber öğretmenin kendisini geliştirebilmesi için maaşının çoğunu özel mesleki eğitimlere harcaması gerekmektedir. Büyük şehirlerde yaşamayan rehber öğretmenlerin para ayırması durumunda bile özel mesleki eğitimlerden yararlanması mümkün olamamaktadır. Hizmet içi eğitim kurslarının ihtiyaca cevap verir hale getirilmesi gerekmektedir.

Çocukların okul motivasyonunu artırmak ve eğitim ortamını daha çok sevmelerini sağlamak için neler yapılabilir?

Okulları sadece akademik eğitim veren mekan görüntüsünden çıkarmak gerekir. Ders dışı zamanlarda bile öğrencilerin zaman geçirebilecekleri bir mekan haline getirilmeli. Bütün okullarda kağıt üzerinde yürütülen kulüp faaliyetleri vardır. Bu kulüp faaliyetlerinin işleyebilmesi için okullarda kulüp odalarının olması bu odaların sorumluluğunun kulüp rehber öğretmeni gözetiminde öğrencilere verilmeli. Akademik başarısızlık yaşayan öğrencilerin bu sosyal kulüplerde takdir edilebilecek başarılar kazanmaları sağlanmalıdır. Okullar öğrencilere ödül dağıtan mekânlar haline gelmelidir.

Çocukların özellikle ergenlik döneminden itibaren riskli davranışlar (alkol, madde, okuldan kaçma vb..) göstermesini önlemek için okula ne tür görevler düşüyor? Sence Türkiye’deki okul sistemi bu konuda ne kadar yeterli? Daha olumlu bir işlev üstlenebilmesi için okullarda nelerin değişmesi gerekir?

Risk grubunu iyi tanımlamak gerekiyor. Anne-baba ayrı yaşayan, ebeveynlerinden biri veya ikisini kaybetmiş veya onlarla çatışma halinde olan ayrıca akademik başarısızlık yaşayan, arkadaş grubu riskli davranış gösteren öğrenciler risk grubundadır.

Her insan başarılı, mutlu, seven ve sevilen olmak ister. Öğrenci bunları okul ve ev ortamında sağlayamıyorsa, dışarıya yöneliyor. Bu bazen internetteki bir oyun bazen çeşitli madde kullanımı veya kendisini kabul eden ama riskli davranış gösteren çevreye katılmak şeklinde gerçekleşiyor. Okula düşen görev risk grubundaki öğrencilerin okulda başarılı olabilmelerini sağlamaktır. Ergenlik döneminde akran etkisi çok fazladır. Olumsuz örnekler riski arttırabileceği gibi olumlu örneklerin ön plana çıkarılması ve ödüllendirilmesi riski azaltabilir.

Okullarda ergenlik ve bağımlılıklarla ilgili çeşitli sunu ve etkinlikler yapılmaktadır. Ancak her okulda psikolojik danışman yok. Veya bazen 2-3 bin öğrenciye bir rehber öğretmen düşebilmektedir. İdeal bir rehberlik için 250-300 öğrenci için bir psikolojik danışman (rehber öğretmen) görevlendirilmelidir. Bu durum öğrenciyi ilgi ve yetenekleriyle daha iyi tanımaya, ailelerle daha sağlıklı iletişim kurmaya, bireysel planlamalar yapabilmeye, risklerin önceden görülmesine olanak tanıyacak. Okullar yeteneklerin geliştirilmesi için gerekli altyapıya da sahip olmalıdır.

Okullarda verilen sanat ve spor eğitimlerinin çocuklar için önemi nedir? Okullardaki sanat ve spor eğitimini yeterli buluyor musun? Sanat ve sporun daha etkin şekilde kullanılabilmesi için nelerin değişmesi gerekir?

Yeteneklerin gelişiminde kritik dönemler vardır. Kritik dönem, bir davranışı kazanmak veya bir yeteneği geliştirmek için gerekli olgunluğu kazanmış olan çocuğun, öğrenmek için en hazır olduğu dönemdir. Okulöncesi eğitimin zorunlu hale gelmeye başlamasıyla birlikte pek çok yetenek için kritik dönem okul dönemine denk gelmektedir. Bu durum okulu sanat ve spor eğitimi açısından da çok önemli hale getiriyor. Bir genelleme yapmak gerekirse öğrenciler, voleybol, hentbol, basketbol, atletizm gibi spor dalları ile resim, müzik gibi sanat alanları ile ilk kez okulda tanışıyorlar. Güzel sanatlar lisesine başvuracak ilköğretim öğrencileri için bu ders ve etkinliklerle yeteneklerini ilk fark ettikleri veya ilk işlemeye başladıkları yerlerdir. Sporla ve sanatla uğraşan öğrencilerin riskli davranış gösterme ihtimali de daha azdır.

Ancak çoğu okulda bu alanları geliştirmek için yeterli altyapı yoktur. Spor faaliyetleri için spor salonu, sanatsal faaliyetler için resim ve müzik atölyeleri yoktur. Müziğe ilgi duyan öğrenciler için bağlama, piyano, gitar, keman bulunmaz. Öğrenciler zaman zaman müzik dersinin flüt ile özdeşleşmesinden duydukları hoşnutsuzluğu ifade ediyorlar. Resim derslerinde yapılan çalışmaları sergileyecek şovaleler bile yoktur. Öğrencilerin eserleri ya duvara asılmakta veya resim öğretmeninin dışarıdaki bağlantıları sonucunda şovale ayarlayabilirse uygun sergi ortamı oluşabilmektedir. Çoğu okulda spor salonu olmadığı için çok soğuk ve çok sıcak havalarda dersler sınıfta işlenmektedir. Belediyelerin sportif ve sanatsal mekan yatırımları yetersizlikleri de dikkat alındığında öğrencilerin spor yeteneklerini geliştirmeleri çoğunlukla bireysel hırslarla mümkün olmaktadır. Olimpiyatlarda bir türlü başarılı olamamamızın nedenlerinden bazılarının bunlar olduğunu düşünüyorum.

Milli Eğitimde unvanla ilgili bir sıkıntı var. Psikolojik Danışman mı Rehber öğretmen mi denilmeli?

Atamaya esas olan kadronun adı rehber öğretmenliktir. Bu kadro adının psikolojik danışmanlık olarak değiştirmesi problemi çözer. Ancak psikolog dernek ve örgütlülüklerinin psikolojik danışman unvanının kullanılmasına dair itirazları vardır. Psikologların, psikolojik danışmanların meslek yasası olmaması da bu unvan belirsizliğini beslemektedir.

Bir diğer çözüm ise, gerçekleşmesi zor olsa da Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümleri Psikoloji bölümleri ile birleşmeli, psikoloji lisansı 5 yıllık olmalı, 4. yılda öğrenciler uzmanlaşacakları branşı seçip o konuda uzmanlaşmalı. Eğitimde çalışacak psikologlar da eğitim psikologu adı altında istihdam edilmeli. Unvan problemi o zaman biter. Psikoloji bölümlerindeki eğitim psikolojisi branşı ihtiyaca cevap verecek şekilde düzenlenmelidir. Psikolojik danışmanların öğrenci gözündeki öğretmen imajı da biter.

14 Nisan 2010

Cim Düğme ve Lokomotifçi Lukas


Cim Düğme ve Lokomotifçi Lukas
Michael Ende
Kabalcı Yayınları
312 sf.

Michael Ende, büyüdüğü halde çocukluktan kalma hayal gücünü korumayı başarmış ve bunu harika bir dille biz şanslı kitapseverlerle paylaşmış büyük bir yazar. Cim Düğme ve Lokomotifçi Lukas da yazarın sonsuz hayal gücünü ortaya koyan eğlenceli bir masal. Cim Düğme, bir şekilde ailesinden ayrı kalmış ve küçük bir adanın dört sakiniyle yaşamakta olan küçük bir çocuk. Adanın ulaşımından sorumlu Lokomotifçi Lukas’la beraber aynı zamanda yüzme yeteneğine de sahip küçük ama güçlü lokomotifine atlayıp kendilerini çeşitli serüvenlerin içinde bulmalarıyla beraber güzel bir yolculuk da okuru bekliyor. Çocukluklarının güzel günlerine dönmek isteyen anne ve babalar için harika bir masal. Okudukça çocuğunuzu daha iyi anladığınızı hissedeceksiniz. Ayrıca kitabı okuyan ve seven okurlar için güzel bir haber de serüvenin Cim Düğme ve Vahşi On üçler adında ikinci bir cildinin olması. Keyifli okumalar…

bu yazı mother and baby dergisinin nisan sayısında yayınlanmıştır.

Paylaş

7 Nisan 2010

çocuklar için kas gevşeme egzersizi

korktuğumuzda ya da kaygılandığımızda etkilenen tek şey duygu sistemimiz değildir. bedenimiz de hissettiğimiz duygu durumuna uygun şekilde tepki gösterir. bu durumda beden genellikle terleme, kalp çarpıntısı, hızlı soluk alıp verme ve bunlara bağlı olarak kaslarda gerilme gösterir. korku yaşayan bir insanın kasları gergindir. kaslar rahatladığında duygusal olarak da rahatlama yaşanır. çocuklar özellikle 3-6 yaş döneminde pek çok farklı nedenle korku yaşar ve bu durumla başa çıkmakta zorlanır.

aşağıda oyun haline getirilmiş, yaklaşık 3-5 dakika süren bir kas gevşeme egzersizi bulacaksınız. çocuğunuzun korku veya kaygı yaşadığı durumlarda gönül rahatlığı içinde kullanabilirsiniz. bu, onun kendini rahatlatmasını kolaylaştıracaktır. özellikle stresli dönemlerde uyku öncesi etkinlik olarak da düşünebilirsiniz. bu sayede daha rahat, kesintisiz ve dinlendirici bir uyku dönemi geçirmesine yardımcı olabilirsiniz.

adale grupları için germe egzersizi

eller ve kollar: elindeki bir limonu sık.
kollar ve omuzlar: tüylü ve uyuşuk bir kedi gibi gerin. kollarını öne ve başının üzerine uzat.
bacaklar ve ayaklar:büyük ve çamurlu bir su birikintisinden geçiyormuş gibi yap. parmaklarının üzerine bas ve kendini yukarı çekmek için bacaklarını kullan.
karın: yerde uzanıyorsun ve yavru bir fil karnına basmak üzere. karnını sertleştir ki sana bişey olmasın.
omuz ve boyun: bir kaplumbağa gibi omuzlarını kulaklarına iterek başını sıkıca içeri çek. başını sakla.
çene: çok sert, büyük bir sakızı ısır.
yüz: ellerini kullanmadan burnuna konan yapışkan bir sinekten kurtulmaya çalış. burnunu kırıştır ve onu uzaklaştırmaya çalış. oh, hayır. şimdi de alnına kondu. bir sürü kırışıklık yap ve bu kırışıklıklarla onu yakalamaya çalış.

her hareket 3-5 kez yapılabilir.

kaynakça

jodi a. mindell, gece boyunca uyumak, aura yayınları, istanbul, 2009

5 Nisan 2010

bir araştırma... (2)


... hemşirelik okulu öğrencileriyle klasik bir deney yapıldı. bazı çocuklara kendilerini kalemle bir şeyler çizerek meşgul ederlerse altın bir yıldız ve kurdeleyle ödüllendirilecekleri söylendi. bu sözlerini tutan araştırmacılar çocuklara hediyelerini verdiler. diğer çocuklara ise keçeli kalem verildi ancak onları kullanmaları için hiçbir teşvikte bulunulmadı.


birkaç gün sonra araştırmacılar hemşirelik okuluna yeniden ellerinde kalemlerle geldiler. ancak bu kez çocukların istediklerinde oynayabilecekleri şekilde ortalığa yaydılar. araştırmacılar hangi çocukların daha çok çizim yapacağını merak ediyorlardı: birkaç gün önce ödüllendirilenler mi, yoksa elleri boş kalanlar mı? çocukları kurdele ve yıldız alan anne ve babalar kendi çocuklarının kalemlerle daha uzun süre oynayacaklarını düşündüler. pratik ebeveynlik felsefesine en iyi uyan yaklaşım budur: çocuğunuzu davranmasını istediğiniz şekilde ayartmaya çalışırsınız. ancak ortaya çıkan sonuçlar ödüllendirilmeyen çocukların kalemlerle daha uzun süre oynadığını göstermiştir. kendini algılama teorisine göre bunun nedeni şöyle açıklanabilir. kalemlerin ikinci kez ortalığa saçıldığını gören çocukların onlarla oynamak isteyip istemediklerine karar vermeleri gerekmektedir. böylece beyinleri kendi kendilerine sorar: "keçeli kalemlerle çizim yapmayı istiyor muyum?" ödüllendirilmeyen gruptaki çocuklar ise "geçen hafta tüm vaktimi çizerek geçirmekten keyif almıştım, sanırım yine sevebilirim. sanırım annemin sürrealist bir portresini çizeceğim. ta ta!" ancak ödüllendirilen gruptaki çocukların beyni şu şekilde cevap vermiştir, "kahretsin yine şu salak kalemler. onlarla geçen hafta oynamıştım ama bu sadece altın yıldızı ve kurdeleyi kazanmak içindi. kum havuzu nerede?"


cordelia fine, başına buyruk beyin, sel yayıncılık, istanbul, 2010 (sf. 104-105)

2 Nisan 2010

BENİMLE OYNAR MISIN? "Çocukluk Çağında Oyun"


İnsanlar neden oyun oynar? Ya da sorumuzu biraz daha genişleterek soralım; İnsanlar ve diğer pek çok canlı türü neden oyun oynar? Kediler, köpekler, maymunlar, kargalar, yunuslar, yoğun olarak doğumdan sonraki dönemde olmak üzere, yiyecek, içecek veya barınma gibi temel ihtiyaçlarının hiçbirini karşılamasına yardımcı olmamasına rağmen neden oyun oynar?

İnsan ve hayvan davranışları üzerine çalışan bilim insanları bu soruya üç temel neden göstererek cevap veriyor. Bu nedenlerden ilki, oyunun çevreye uyum gösterme konusunda sağladığı avantaj. İkincisi oyun oynamanın bilişsel gelişimi ve kas gelişimini olumlu yönde desteklemesi. Üçüncüsü ise, toplumsal ilişkilerin anlaşılmasına ve olumlu davranışların kazanılmasına katkıda bulunması. İnsanlar için oyunun önemine odaklandığımızda, bunlar dışında kazanımların olduğunu da görmemiz mümkün.

Bebeğiniz doğduktan kısa bir süre sonra çevresindeki nesnelerle daha yakından ilgilenmeye başlayacaktır. İçinde bulunduğu ortamı daha iyi tanımak amacıyla bu nesnelere dokunacak, fırlatacak, bir yerlere vurmaya başlayacak ve birçoğunu ağzına sokmaya çalışacaktır. Özellikle dişlerinin çıkmaya başladığı dönemde bebeğiniz nesneleri ağzına sokarak hem damağını kaşıyacak hem de onu tanımaya çalışacaktır. Özellikle doğumdan sonraki ilk 12-18 aylık dönemde bebeğiniz için oyun çoğunlukla dünyayı keşfetme amacı taşıyacaktır. Bu dönemde bebeğinizin oyuncakları ağzına sokmasını engellemeye çalışmak yerine onları temiz tutmaya çalışmak hem bebeğiniz hem de sizin için çok daha rahatlatıcı olacaktır.

Daha sonraki dönemlerde oyunun çocuğunuz için anlamı değişmeye başlar. Bu dönemde başta siz anne ve babalar olmak üzere çevresindeki diğer kişilerin davranışlarını taklit etmeye çalışır. Basit düzeyde de olsa durumlar ve davranışlar arasında neden-sonuç ilişkisi kurmak ister. Bu çocuğunuzun sosyalleşme konusunda attığı adımlardan biridir. Özellikle üç yaşından sonraki dönemde ise çocuğunuzun hayal gücünde gözle görülür bir gelişme yaşanır. Artık nesneleri temel görevlerinin dışında rollerle de kullanır. Ayrıca bu dönem hayali arkadaşlıkların da kurulduğu çok zengin ve çok eğlenceli bir dönemdir. Çocuğunuz sizi, önceki dönemlere göre çok daha istekli bir şekilde oyunlarına dahil etmeye çalışacaktır. Bu çocuğunuzun sonsuz hayal gücünü hissedebilmeniz ve onunla daha güzel bir ilişki kurmanız için eşsiz bir fırsat. Kendinizi oyunun akışına bırakarak dış dünyayla ilişkinizi kısa bir süreliğine de olsa kesmeniz, sizin üzerinizde de oldukça olumlu etkiler bırakacak.

Çocuğunuzun yaşı ilerledikçe ve arkadaşları çoğaldıkça oyunlardan edindiği kazanımlar da farklılaşmaya başlar. Çocuğunuz oyunlar ve oyun arkadaşları sayesinde, paylaşmak, yardımlaşmak, fedakarlık etmek, saygı duymak, kazanmak ve kaybetmek gibi çok önemli sosyal davranışları kazanır. Belki de en önemlisi, kaybettikten sonra pes etmemeyi, nerede yanlış yaptığını keşfederek en baştan başlamayı ve bu sırada hissettiği olumsuz duygularla baş etmeyi öğrenir. Çocuğunuzu böyle zamanlarda oyuna dönmesi için cesaretlendirmeniz ve yaşadığı durumla başa çıkması için destek olmanız çok önemlidir. Bu sayede hayatının daha sonraki dönemlerinde yaşayacağı zorluklarla mücadele etme konusunda daha cesur olacak ve en zor durumlarda bile yeniden harekete geçecek gücü kendinde bulacaktır.

Mother and Baby dergisinin Nisan 2010 sayısında yaynlanmıştır.

Paylaş


bir araştırma...

okuma veya matematik derslerinde başarısız olan öğrencilere bu durumun yeteneksizliklerinden değil, yeterli çabayı göstermediklerinden kaynaklandığı söylendiğinde, hem başarılarında hem azimlerinde gözle görülür bir artış oldu. kendinizi yarın güneşin doğacağına inandırmanız -yaşadığınız aksiliklerin sadece geçici olduğunu, kişisel eksikliklerinizle alakası olmadığını düşündüğünüzde- amaçlarınız uğruna daha azimle direnmenizi sağlayacaktır. araştırmacılar üniversite birinci sınıfta düşük notlarından dolayı endişelenen öğrencileri, ilk dönemden sonra mutlaka notların kendiliğinden yükseleceğine ikna ettiler. kendilerini iyi hissetmelerini sağlayan bu kehanetle yerine gelen güvenleri sayesinde öğrenciler daha iyi notlar almaya başladılar. (hem sonraki hafta, hem sonraki yıl) okulu ve dersleri bırakma oranları geleceğe iyimser bakması için ikna edilmeyen öğrencilere oranla daha da aşağıya düştü.

Cordelia Fine, Başına Buyruk Beyin, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2010

Paylaş